Onca gürültü kirliliğinin arasında kendisini dinleyemedi bir türlü. Aslında kendisiyle baş başa kalmak gibi bir derdi olmadı hiç. Yalnızlık tahammül edilmezdi onun için. Hep bir koşuşturmacası olmalıydı. Bir yerlere yetişmeli, birileriyle buluşmalı, kalabalıklar içinde oradan oraya savrulmalıydı. Şirkette yapılan kişilik analizinde dışadönük, sosyal biri olarak çıktı. Herkes tarafından sevilir, organizasyonların aranan ve mutlaka davet edilen ismi olurdu. Hala görüştüğü lise arkadaşlarından, üniversite arkadaşlarından, eski iş arkadaşlarından oluşan, düzenli olarak buluştuğu gurupları vardı. Etkinlikler bitmez; ya halı saha maçı yapılır, ya birinin doğum günü olur, ya biri parti verir, ya biri evlenir, ya birinin çocuğu doğardı. Alışverişe ve yemeğe bile yalnız gitmekten çekinir, bir arkadaşını ya da yareni Aslı’yı yanına alır, öyle giderdi. Katılamadığı organizasyonlar da oluyordu elbette. Mesela cenazeler, hasta ziyaretleri, vedalaşmalar, vb. Bunlara vakti olmuyordu bir türlü. Çünkü çalışması gerekiyor, çok yorgun oluyor ya da zamanlamaları daha eğlenceli bir etkinlikle çakışıyordu. Dert ve sıkıntı dinlemek de çok can sıkıcı, insanın enerjisini alıcı durumlar olup, bunlar da vakit ayırmadığı, kaçındığı şeyler listesindeydi.

Yaz sinyallerini vermeye başlamıştı. Güneş tam tepede, havaysa oldukça bunaltıcıydı. Öğle yemeğinde arkadaşlarıyla farklı bir mekanda balık yediler. Midesinde müthiş bir ağrı oluştu. Ne kadar midesi bulansa da bir türlü kusamadı. Karnı ağrıyor, başı dönüyor, ara ara titreme nöbeti geçiriyordu. Ağrılar dayanılmayacak bir hal aldığında işyeri hekimine gitti. Doktor zehirlenmeden şüphelendi. Birden fenalaşmasıyla birlikte ambulansla hastaneye götürüldü. Midesi yıkandı ama hemen taburcu olamadı. Baş ağrıları şiddetlenince beyninde pıhtılaşma olduğu ortaya çıktı. Böylelikle hastaneden hemen taburcu olma hayali suya düştü ve kendisiyle baş başa kaldığı zamanlar başladı.

Bir sürü düşünce üşüştü beynine. “Hastaneye gelmeyeli ne kadar zaman oldu?” diye düşündü. İş yerindekiler ve Aslı dışında durumunu kimseye haber vermemeye karar verdi. Hareketli olan yapısı günler geçtikçe isyan etmeye başladı. “Ne kadar zamandır yazmıyorum?” diye sordu kendine. Yazar olma hayalini üniversiteden sonra tamamen rafa kaldırmıştı. Bu hayat koşuşturmacasında ne kitap okuyacak ne bir şeyler karalayacak vakti olmuyordu. Aslı’dan tavan arasındaki kolilerden öykülerini yazdığı defterini bulup getirmesini istedi. Hemen aynı kolide eski tip mürekkepli kalemi de vardı. Ertesi gün Aslı’nın iş çıkış saatinin gelmesini heyecanla bekledi. Nihayet Aslı muzip gülümsemesiyle hastane odasından içeri girdi. Elindeki poşeti uzattı. Kutuya ulaşırken böceklerle ve örümcek ağlarıyla yaptığı mücadeleyi anlattı ve sonra işlerini halletmek için hastaneden çıktı.

Yine günlerdir olduğu gibi kendisiyle baş başa kaldı hastane odasında. Poşeti açıp da mürekkepli kalemi görünce birden ağlamaya başladı. Hıçkırıklar içinde burnunu çekerek lise başlangıcında ilk yazdığı öyküsünü okudu.

“Kirpi her gece aynı bahçede belirir, adamın diktiği birbirinden güzel görüntülü ve kokulu birkaç çiçekten beğendiklerini koparır ve gecenin karanlığında kaybolurdu. Adam ise sabah kalktığında pek düşkün olduğu çiçeklerinden bir ikisinin yok olduğunu görünce küplere biner, sağa sola bakınır etrafta gördüğü hayvanları kovalardı. Adam daha fazla dayanamadı ve bahçesine dadanan bu canlıyı gece pusu kurarak avlamaya karar verdi. Elinde tüfeği beklerken gece karanlığında bir yaprak hışırtısı duydu. Bir hışımla yerinden kalkıp kirpiyi tüfeğinin dipçiğiyle oracıkta öldürdü. Evine doğru gidecekken iki adet yavru kirpi fark etti. Yavrular annelerinin ölüsüne doğru yavaş yavaş yürüyorlardı. Adam dayanılmaz bir pişmanlık ve vicdan azabı hissetti. Kirpi ölüsünü ortadan kaldırdıktan sonra yavruları alarak veterinere götürdü. Sonraki günlerde talihsizlikler adamın peşini bırakmadı. Çiçek bahçesini salyangozlar ve türlü türlü böcekler bastı. Çiçeklerinin tamamı telef oldu. Çünkü böcek yiyerek beslenen kirpiler bahçesini terk etmişti.”

Babasının aldığı mürekkepli kalemle yazılan bu öykü onun ilk öyküsüydü. Sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Son öyküsünün yazılı olduğu sayfaya baktı. Bu öykü üniversitede katıldığı yarışmada ona ödül getiren öyküydü. O; ödül törenindeyken babası vefat etmişti. O günden bugüne bir gün bile ağlayamadı, o günden bugüne bu defteri bir kere bile aralamadı. Oysa babası onun çok iyi bir yazar olacağından emin olarak almıştı bu hediyeleri. “Ne zamandır yazmıyorum?”, “Ne zamandır babamı anmıyorum?” diye düşündü. Kaçtığı her şey bir bir onu yakalıyordu. Kaç kere trafikteyken, tuvaletteyken, yürürken, uyku kaçınca ilham gelmiş, kelimeler üşüşmüştü de vurdumduymaz davranıp yazmaktan kaçınmıştı. Düşünmemek için hep bir meşgale bulmuş, oyunlar oynayarak düşlerini gölgelemişti. Babasının zamansız ölümüne çok içerlemiş ve kızmıştı.

Mürekkepli kalemi inceledi. Mürekkebi kurumuştu. Hemen doldurdu. Yazmak istedi. “Neydi? Nasıl başlayacaktım? Ne yazacaktım?” Eskiden beynine üşüşen fikirleri düşündü. Bir türlü toparlayamadı kelimeleri. Köreldiğini, tükendiğini düşündü. Beynindeki kirpileri hayat dipçiğiyle ezmiş, düş bahçesindeki onca ilham zaman çarkında telef olmuştu. Kalemini birkaç defa oynattı. “Başarabilirim, başlayabilirim.” Diye düşündü. Böylece bir bebek gibi emekleyerek başladı tekrar yazmaya. Kaleminin ucundan bu kez hayat tecrübeleri damladı. Her mürekkep zerresi acıyı da tatlıyı da anlatır oldu. Böylece bırakmadı yazmayı. Yazdıkça açıldı kalemi, içine attıkları bir bir döküldü kağıda, yazdıkça paylaşmaya başladı hayata dair ne varsa…